Ben Hanife. Yetmiş iki yaşındayım.



Yemek koymadı tabağıma, aç kaldım.
Suyuma tuz basmış, “Elin titremiştir,” dedi.
Kış günü pencereleri açık bıraktı, “Ev kokuyor,” dedi.

Her seferinde kulağıma eğilip tehdit etti:
— “Oğluna bir laf edersen, seni delirdi diye aldırırım!
Vallahi ederim, billahi ederim!
Ağzını aç da göreyim!”

Sustum.
Yuttum.
Çünkü analık bazen içine atmak demekti.
Ama o sabah… yüreğimden taştı.

Hasan işe gitmişti.
Nazife geldi, masaya bir tabak koydu.
İçinde koca koca kırmızı biberler.
Üstü pul biberle kıpkırmızı.


— “Yiyeceksin,” dedi.
— “Nazife… yapma,” dedim.
— “Yiyeceksin! Yoksa Hasan’a derim ki bana saldırdın. Seni kapı önüne koyar! Bak bakalım inanıyor mu sana!”

Baktım ki gözleri şeytan gibi bakıyor.
Korktum.
Elim titreyerek aldım, birini ağzıma attım.
Dilim yandı, gözüm karardı.
Ama sustum.
Çünkü oğlumun adını ağzına alanın önünde konuşamazsın.

Tam ikincisini alacaktım ki…
Kapıdan bir ses geldi.
Gıcırtı. Sessiz ama öfkeliydi.

İkimiz de dönüp baktık.
Kapının eşiğinde Hasan.
Elinde cüzdan.
Gözleri bana bakıyor.
Yüzü bembeyaz. Yumrukları sıkılı.

Nazife hâlâ tabağı uzatıyordu.
Ama Hasan yürüdü.
Ağır adımlarla geldi.
Nazife’ye baktı:


— “Ana… söyle bana. Doğru neyse onu söyle,” dedi.

Yutkundum.
Ama artık yutacak yerim kalmamıştı.

— “Aç bıraktı oğlum.
Çorabımı yaktı, suyu tuzladı, kapımı kilitledi.
Kış günü yorganımı aldı.
Günlerce içimden ağladım.
Ama sustum.
Çünkü senin düzenin bozulmasın istedim,” dedim.

Hasan’ın gözünden yaş düştü.
Elimi sıkı sıkı tuttu.
Sonra ayağa kalktı.
Nazife’ye baktı.

— “Çık,” dedi.
— “Bu evde bir daha annemin gölgesine bile basmayacaksın.”


Nazife ağlamaya başladı, dizine kapandı.
Ama Hasan dönmedi bile.

O kapıdan çıktığında…
Ben ilk defa kendimi evin içinde hissettim.

İlk defa yuttuğum acının bir anlamı oldu.

Ve biberin acısı o an geçti.
Yerine oğlumun sesi geldi:

— “Ana… artık ben varım.
Reklamlar